Güneşli bir gündü. Derse yetişmek için koşar adım fakülteye
yürüyordum. Yetişmeye çalıştığım ders, “Demokrasi ve İnsan Hakları” idi. Memleketin
halini düşünecek olursak böyle bir dersin varlığı “ironinin derse bürünmüş
haliydi” diyebiliriz.
Derse beş dakika geç kalmıştım. Başımı kapıdan uzatıp mahcup
bir gülümseme ile hocadan izin aldıktan sonra sınıfa girip sıraya oturdum. Geç
kaldığım için bütün sıralar dolmuş sadece en arka sıralar boş kalmıştı. Yerimi
almış ve hocayı dinlemeye koyulmuştum.
Dersin genel işleyişi çoğunlukla hocanın temel bilgiler
verdikten sonra sınıfça bunun üzerinde tartışarak sohbet havasında geçiyordu.
O günkü konumuz ise 2. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sı,
soykırımlar, ABD’nin faaliyetleri ve atom bombası idi. Hoca bazı temel
istatistiki bilgileri verdikten sonra her zamanki gibi sözü bize bırakmıştı.
Verdiği bilgiler genel olarak savaşın bilançosu hakkındaki rakamlardı.
Rakamları duyan bizler haliyle bayağı bir tahrik olmuş ve Nazilere, savaşa,
faşizme sınıfça esip gürlemiştik. Sınıf çok fazla karşıt görüş barındırmasına
rağmen, bu insanlık suçlarına karşı olması gerektiği şekilde tem yumruk haline
bürünmüştü.
Hararetli konuşmaların tesirinde geçen 1 saatten sonra hoca
10 dakika ara verdi. Sigara içmek için kapı önüne çıktım. Art arda çektiğim
derin nefeslerden sonra sanki gözlerimdeki perde kalkmış gibi etrafa boş boş
bakmaya başladım. Az önce hocanın derste anlattığı kan dondurucu soykırım
rakamlarını duyunca gözleri dolan, ağızlarından kıvılcım çıkan insanlar sanki
bunları hiç duymamış gibi çay içiyor, sohbet ediyor ve gülüşüyorlardı. İşte
böyle tutarsız, samimiyetsiz, iki yüzlü varlıklardık. Muhtemelen birazdan derse
girdiğimizde şu an gülen, sohbet eden arkadaşlar bunları hiç yapmamış gibi yine
esip gürleyecek ve gözleri dolacaktı. Ruh hallerinin bu kadar ani ve keskin
şekilde değişmesi karşısında hayrete bir o kadar da dehşete kapılmıştım.
Aslında bu kasti yaptıkları bir şey de değildi. Bu bizim doğamızda vardı ve
“Ölenle ölünmez” gibi bu halet-i ruhiyemize
meşruluk kazandıracak “ata” kisvesi altında sözler bile bulmuştuk.
Ara bittiğinde herkes sınıftaki yerini almış hocayı
bekliyordu. Benim içimde ise büyük bir aşağılık duygusu ve öfke vardı. Öfkem
sınıftakilere değil bütün insanlığaydı. Bu kadar utancın arasında
çelişkilerimize nasıl böyle sarılabiliyorduk ? Eğer herkes kendine şöyle bir
dışardan baksaydı hissedeceği tek şey mide bulantısı olacaktı.
Hoca sınıfa girdiğinde bir sessizlik olmuş ve konu dönmüş
dolaşmış atom bombasına gelmişti. Sınıf tekrar alevlenmiş ve her birey atom
bombasına da onu yapana da atana da lanetlerini yağdırmıştı. Vicdan borçlarını
okudukları lanetlerle ödeyen “cemaat mensubu Marksist ülkücü” (Kolsuz Ahmet’e
selam olsun) olan bu arkadaşlar biraz sakinledikten sonra söz aldım ve “Hocam
bu konuştuklarımız, bu kirli savaşlar her zaman içimizde kocaman bir delik gibi
yara olarak kalacak ama atom bombasının bulunması yeni bir dünya savaşını
engelleyen belki de tek şey. Nükleer güç bu kadar fazla iken her devlet çıkacak
bir nükleer savaşın sonucunda üstünde yaşayacağımız, hatta savaşacağımız bir
dünya kalmayacağı gerçeğinin farkında. Bu da gelecek adına çok ufak da olsa bir
teselli.” Dedim. Üzerime dikilen bakışlara göz attığımda gördüğüm şey: linç,
öfke ve hiddetti.
En önden bir kız söz alıp “Hocam arkadaşın doğru algısı
şaşmış galiba. Bu kadar ölüm, yıkım, ve katliamı meşrulaştırmaya çalışması
gerçekten çok ilginç.” Dedi. Bakışlarında öyle bir kin vardı ki sanki sınıfta
kimse olmasa beni öldürecek ve zerre vicdan azabı duymayacaktı.
Onun bu sözleri üzerine sınıfta bir uğultu koptu. Her
kafadan ayrı ses, ağızlardan tükürükler ile beraber saçılan kelimeler ve sonsuz
bir öfke. Hoca sınıfı sakinleştirdiğinde ortamdaki gerginlik somut bir şeymiş
gibi net şekilde hissediliyordu.
Benim bir şeyi meşrulaştırdığım falan yoktu. Asıl onlar
içlerindeki bu kin ve linç duyguları ile tüm olanları meşrulaştırıyordu.
Unutmamak gerek ki her felaket beraberinde umudu da getirir. Gerçeği
göremediğimiz her an ruhumuzu biraz daha linç ve şiddete teslim ederiz. Bu
yüzden gerçekleri görmek aslında bir tür direniştir.
Direnişe devam, onu asla bırakmayın.
Kabil