29 Ekim 2017 Pazar

Hoca



En uzun gecede sanki sabah hiç olmayacakmış gibi gelir insana. Sanki sabah hiç var olmamış gibi. Gece, seni öyle içine alır ki sen de karanlığın ufak bir parçası olursun. Ya da karanlık senin parçan olur. Bir bakarsın kolun, bacağın, ayakların kapkaranlık, görünmüyor. Kasvetli bir gölge gibi yaşayıp aydınlığın seni kurtarmasını beklersin ama onun hep karanlıktan daha mühim işleri vardır; hiç gerçekleşmeyecek olan hayallerimiz için “şu anlarımızdan” vazgeçmemiz gibi. 

İşte bizim Hocanın hikayesi de böyle. Hoca dediğim bizim mahallenin eski müptezeli, hatta delisi diyeceğim de adam gayet akıllı ama işte akıllı diyesim de yok. Öyle delilikle akıllılık arasında bir yerde sıkışıp kalmış bir hali var.

Hoca üniversiteyi bitirip mahalleye dönüyor. 2 ay işsiz takıldıktan sonra sitelerin arka tarafına yeni açılan bir dershanede iş buluyor. Kıyak iş; haftanın 3 günü çalış aylık 1000 lira para. Mahallede arada denk geliyorduk ağzı kulaklarında, işinden gayet memnun. Öğrencileri de hocayı sevmiş, bayağı iyi anlaşmışlar. 

Gel zaman git zaman Hocanın işe başlamasının ardından yaklaşık iki buçuk ay geçti. Biz çocuklarla okuldan kaçmışız kahvede dal sigarasına batak döndürüyoruz. Ortam çok tehlikeli, yan masada kahve sahibinin ahbapları kumar oynuyor. Masadakilerden birinin eskiden otobüs filosu varmış sonra işler iyi gitmemiş, şimdi içinde oturduğu evi hariç hiçbir şeyi yok. Diğerinin eskiden, biz çok küçükken ilçede çok büyük esnaf lokantası varmış. Hatta ilçedeki tek lokanta oymuş. Büyük para kaldırmış ama onun da evlat hayırsız, her şeyi yemiş. Bir de işin başına geçip onu da bozmuş. Şimdi seyyar bir kokoreç arabaları var, kahvenin 100 metre ilerisindeki köşede duruyor onunla geçinmeye çalışıyorlar. Masanın diğer köşesinde oturan adamın lakabı “fare”. Boyu çok kısa, yüzü de biraz fareyi andırmıyor değil, herhalde bu yüzden o lakabı vermişler. Arada bir, boyu kadar olan paltosunun iç cebinde duran şaraptan çeker rakiplerinin yüzlerine dikkatlice bakıp ellerini çözmeye çalışırdı. İçtiği bir yudum içki etkisini kaybettiğinde hemen yüzü sararmaya başlar, o zaman büyük bir yudum daha asılır yüzünün kırmızılığı geri gelirdi. Sanırım bu durum bayağı alkoliklik göstergesi. Neyse Fare de yolunu damattan buluyordu. Damadının mahallede tekeli vardı. Arada orda ona yardım eder onun haricindeki tüm zamanlarda kahvede kumar oynardı. 

Bizim masada da tam oyun hararetlenmişti ki yancılardan biri “lan! Tarih üniversiteye giriş sınavından kaldırılmış birader.” dedi. Herkes bir saniye yancıya baktıktan sonra oyuna devam etti. Oyun bittiğinde ortiyle ben yine kaybetmiş, bütün sigaraları kaptırmıştık. Rakipteki çocuğa “at bi sigara hiç kalmadı, hepsini aldınız.” Dedim. “Kaybetmeseydin oğlum.” Dedi. Yüzümü ekşitip ters ters baktım. Sonra verdi. 

Masada herkes sigara yakmış öyle boş boş kahvenin isli duvarlarına bakıyorduk. Sonra aklıma geldi “oyun dönerken biriniz tarih hakkına bir şey dedi.” Dedim. Karşı çaprazımdaki yancının mavi gözleri kurt gibi parladı “aynen birader. Tarih üniversiteye giriş sınavından kalkmış. Yani artık sadece sözeller girecekmiş, eşit ağırlıklardan da kaldırılmış.” Dedi. Ergenlik aklı tabi, hemen sevindik bu habere. “ooo iyiymiş birader bir ders bir derstir, iyi iyi.” Dedik, sanki çok ders çalışıyormuşuz da birinden kurtulmuşuz gibi.

Hal böyle olunca dershanede sözel sınıfı olmadığı için hocayı da işten çıkarıyorlar. Hoca o ara bayağı depresyona giriyor. Bir türlü iş bulamıyor. Zaten bizim ilçe küçük yer. Hepi topu 2 dershane 1 tane de kolej var. Durum böyleyken ilçeden bir şey çıkmıyor.  Sanırım KPSS puanı da düşüktü, ataması da olmadı. 

O ara Hoca çok fena alkol tüketiyor. Çocuklarla ne zaman parkta takılsak eve yıkıla yıkıla yürüdüğünü görürdük. Belli bir süre daha hoca bu rölantide devam ettikten sonra Çanakkale’den bir arkadaşı onu yanına çağırıyor. “Gel buraya, bizim öğrenci evinde bir oda boş. Burada geçici bir iş buluruz sana, bu sırada da dershanelere, kolejlere falan başvurursun.” Diyor. İşte bizim Hocanın hayatının kararma evresi bu Çanakkale macerasıyla başlıyor.

Anlatılanlara göre Hoca oraya gidince büyük bir alışveriş merkezinde iş buluyor, ilk zamanlar her şey tıkırında. Bir yandan da sürekli oradaki eğitim kurumlarına başvuruyor. Ama aradan zaman geçmesine rağmen hiçbir kurum geri dönüş yapmıyor. Hoca yine bunalıma giriyor. İşten aldığı bütün parayı yine alkole yatırmaya başlıyor. Bir zaman böyle gittikten sonra alkol de kesmiyor. Hoca farklı şeyler kullanmaya başlıyor. 

Hocada da hiçbir şeyin azı yok, ne içerse dibine kadar. Bir ara işi bırakıyor, sonra hızlı kilo vermeler, yüz hatlarının belirginleşmesi, gözlerin pörtlemesi derken bizim hoca oluyor sana ağır müptezel. O sıralar çakmak gazına kadar düşmüş diyorlardı.

Bir gün Hocanın ailesi ona sürpriz yapmak için çat kapı Çanakkale’deki eve gidiyorlar. Kapı açıldığında karşılarında oğulları yerine yürüyen bir kemik yığını bulduklarında hemen Hocayı oradan alıp ilçeye geri getiriyorlar. Ardından hızlıca ıslahevine yatırılıyor. Çok geçmeden hoca inceden tırlatıyor. Psikozlar ve sanrılar peşini bırakmadığı için evden çıkamaz oluyor o sıralar. Rivayete göre o zamanlar günde  4 paket sigara içiyormuş.

Hoca uyuşturucuyu bırakıyor ama psikoz ve sanrılar onu bırakmayıp farklı bir evreye geçiyor. Doktorlar işe yaramayınca iş cinci hocalara kadar gidiyor. En son Hocayı Adıyaman’a götürüyorlar. Oradaki derviş Hocanın gözlere bir kere bakmış, o gün bugündür Hoca ağzına boş sigaradan başka bir şey sürmezmiş diyorlar.

O sıralar, sıcak bir yaz akşamı çocuklarla parkta takılıyoruz. Kişi başı 5’şer bira yapmışız, boş beleş muhabbetler döndürüyoruz. O aralar parka çok takılıyoruz, etiket olmayalım diye bizim çocuklardan biri parkın bütün lambalarını birkaç gün önce indiriyor. İyiyiz yani, kafamız da rahat. Ben dördüncü biradayken parkın karanlığından daha karanlık bir şeyin sol tarafımızdan geçip yan banka oturduğunu hissettim. Birden tüylerim ürperdi, aldığım bira yudumu boğazımda kaldı yutamadım. Başımı çevirip dikkatli baktığımda Hocayı gördüm. Banka oturmuş sigara içiyordu. Sigaradan aldığı her nefeste sigaranın ateşi parlıyor, siyah gözlerini aydınlatıyordu. Gözlerimi kısıp iyice baktım. Gerçekten de karanlıkla bütünleşmiş haldeydi. Dikkatlice bakmasan sanki hocanın orada oturduğunu asla fark edemeyecekmişsin gibi. O karanlık sanki hocayı yutmuş, hoca karanlığın bir parçası olmuş gibi.

Başımı çocuklara çevirdim herkeste aynı gerginlik. Hepsi Hocaya bakıyor. O anda Hoca da başını bize çevirdi. Herkes, üzerine silah doğrultulmuş gibi kasıldı. Ölüm sessizliği dedikleri şeyi o an yaşamıştık. Birinin bu sessizliği bölüp hepimizin hayatını kurtarması gerekiyordu.

“Oğlum ne öcü görmüş gibi bakıyorsunuz ? Gelin yanıma sohbet edelim.” Dedikten sonra yüzüne kocaman, babacan bir gülüş oturmuştu Hocanın. Hepimizin vücutları bir anda çözülmüş, derin bir nefes alıp alkolün de etkisiyle güle oynaya Hocanın yanına gittik. Halimizi hatırımızı, üniversiteye hazırlığın nasıl gittiğini sordu. Ders çalışma konusunda güzel öğütler verdi. Ya da her zamanki klişe öğretmen tavsiyelerindendi ama belki de alkollü olduğum için güzel gelmişti.

 Biz kalan biralarımızı da bitirmiştik. Kafamız da hayli yüksekti. Bundan cesaret alarak ben daldım lafa “ya hocam yanlış anlamazsanız biz arkadaşlarla sizin hakkınızda bir şeyi çok merak ediyoruz.” Dedim. Ne soracağımı tahmin ettiğini belli eden bir gülüşle “buyur abicim.” Dedi. “Sizin derviş olayı doğru mu hocam ? Yani her şeyi bırakmanız onun gözlerine bir kere bakmanızla mı oldu ?” dedim. Yine tebessüm ederek “evet.” Dedi. Merakım iyice artmıştı. Normalde böyle sorular kat-i surette sorulmazdı, ayıptı ama kafam güzeldi. Biraz daha yüzsüzleşip merak duyguma da yenilerek “o gözlerde ne gördünüz hocam ?” dedim. Çocuklar nefes bile almadan Hocanın iki dudağının arasına bakıyordu. Biraz durdu, lafa nerden başlasam diye düşünüyormuş gibi bir hali vardı. Boğazını temizleyerek “açıkçası orada sizin aklınızdan geçirdiğiniz uhrevi, kutsal ya da dinle alakalı bir şey görmedim. Dervişin bakışlarında bir olay yoktu; bir çift insan gözüydü sadece. Ben o gözlerde kendimi gördüm. Bir insan, kendisinin içinden çıkıp kendisine kolay kolay bakamaz. Bunu yapmak için bir kırılma anına, bir düşüşe ihtiyaç duyar. Ben o an o kırılma noktasını yaşadım. Kendimi tüm çıplaklığımla dışarıdan gördüm. Ve vücudumu korkunç bir utanç duygusu kapladı. Öyle bir utanç ki titremeye, sarsılmaya başladım. Hatta bir ara bayılır gibi oldum. Yani insan arada kendi içinden çıkıp kendine bir de öyle bakmalı. Lütfen kardeşlerim bunu yapmak için benim gibi bir kırılma noktası beklemeyin. Size en büyük öğüdüm budur.” Dedi. Sözlerini bitirdiğinde sanki hepimiz bir ilizyondan uyanmış gibi olduk. Alkolün tesirini hissetmiyordum. Öyle etkileyici konuşmuştu ki şakaklarım ağırlaşmıştı sanki. Sonra ayağa kalktı hepimize iyi geceler dileyerek evinin sokağına doğru yürüdü.


Herkes bilsin: Bu mahalleden avaz avaz sessizliği ile bir Tarih Hocası geçti. Bu anlattıklarım onun sessizliğiydi.



                                                                                                                             Kabil



20 Ekim 2017 Cuma

Yakarış



İnsan neye bakarsa o olurmuş. Ben sana baktım, biz bir bütün olduk. Aslında en başından beri böyleydi. Ay’ın farklı evreleriydik. Sen ilk, ben son hali. Evren, bizi sonsuz bir döngüyle birbirimize bağlamıştı.

İkimiz de aynıydık; bir bütünün farklı parçaları. Sen ilk hali ben son. Bizim yolumuzu aydınlatan güneş değil, yıldızlardı. Bizim gökyüzümüz mavi değil, simsiyahtı. Upuzun gecenin gölgelerinde sevdik birbirimizi. 

Her akşam doğardı ışıklar Porsuk kenarında. Nemsiz bir ağustos akşamında, altımızda ezilmiş çimenler, önümüzde kirli bir su. Hava alabildiğine serin, alabildiğine İç Anadolu. Şeker fabrikasının kokusu gelirdi de hep yüzünü buruştururdun. Hiç alışamadın o kokuya, her seferinde aynı tiksinme ifadesi, aynı direniş. Ben, bir “kaya” gibi direnmeyi senden öğrendim sevgilim.

İşte direnişimin en büyük muhalifi mesafeler sevgilim. Mesafeler ki okyanus ötesine, sonu olmayan bir sömürüye ve gri yağmurlara uzanan.

Bazen bu ayrılık hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor, o uçak seni hiç getirmeyecekmiş gibi… Sırtımdan buz gibi bir ter damlası iniyor aşağı doğru, boynum kaskatı, gözlerim kısık bir halde buluyorum kendimi. “Hani mesafeler sadece bir sayıydı ?” diye soruyorum.

“Mesafeler: gözyaşıdır, kederdir, mutsuzluktur.” Gibi beylik ve klişe laflar etmeyeceğim. Mesafeler: Jilet yutmuş gibi hissettiriyor; içim paramparça ama dışım hiçbir şey olmamış gibi. Öyle garip bir durum.

Hiçbir veda sonsuza kadar sürmez. Ölüm bile veda değildir; İnsanın ebediyen geldiğine dönmesidir. Durum böyleyken seni içimdeki onlarca jilet parçası ile bekliyorum. Hadi gel artık da hepsi küflensin.



                                                                                                                                      Kabil