Yıllar önceydi. Müteahhitlerin umut tacirliğine yeni başladığı
zamanlar. Dedemin vefatinin üstünden 3 yıl geçmişti. Ulu çınar, ardında hüzünlü
bir abla, 3 çocuk, 4 torun, ufak tefek borç ve bir ev bırakmıştı. 2 kat, 5 oda,
2 salon bir ön bir de arka bahçe. Arka bahçesinde odunluk, kümes, bir erik ağacı
ve ekimlik ufak bir toprak parçası olan 100 yıllık bir ev. O günden sonra ağaç
bir daha hiç erik vermedi. Toprağa ne ektiysek geri kustu. O güzelim bahçede
cıvıldayan kuşları bir daha hiç görmedik. Belki de o lanetli günün geleceğini
biliyor, bizi uyarıyorlardı.
Kasvetli bir öğle saatiydi. Babam hışımla eve girdi. Çok
sinirliydi. Öfkeli ama bir o kadar da çaresiz bakıyordu anneme. “Ne oldu ? Razı
gelmedi mi ?” dedi annem. “Yok, ne beni dinledi ne de abimle kardeşimi. Nuh
diyor peygamber demiyor. Ne yapacağız bilmiyorum.” Dedi babam sigarasından
derin nefesler çekerken.
Kan emici müteahhitin
teki babamları bulmuş, kat karşılığı anlaşma yapmak istiyordu. O ara da
gerçekten zor durumdayız. Babamlar 1 aydır grevde. Ortalık fena karışık,
fabrikada ardı adına toplu çıkarmalar oluyor. Amcalarımda da durumlar patlak
teker vaziyetindeydi. Biri çocuk okutmaya çalışıyor diğerinin de yeni çocuğu
olmuştu.
Aradan birkaç gün geçmiş, ne babam ne de amcamlar ninemi
razı edememişti. Babamlar kaleyi kuşatmış durumdaydı ama bir türlü ele
geçiremiyorlardı. Kalenin son muhafızı, bütün gücüyle kuşatmaya direniyor,
kaleyi teslim etmiyordu. Babamlar işin böyle olmayacağını anlayınca hep beraber
ninemde bir yemek düzenlediler. Annem ve yengelerim envaiçeşit yemekler
hazırlarken babamlar bahçedeki sekide yemekte yapacakları konuşmanın son
rötuşlarını hallediyorlardı.
Yemek masasına oturduğumuzda ninem hariç herkes çok gergindi.
Sessizce içilen çorbaların ardından annemler ana yemeği tabaklara servis etmiş
ve herkes büyük amcamın söz başlamasını bekliyordu. Amcam boğazını
temizledikten sonra söze girdi. Onların çocuk okuttuklarını, babamın grev
durumlarını, diğer amcamın yeni doğan çocuğunun masraflarını sakin bir şekilde,
ayrıntıları ile nineme aktardı. Ninem bir kere bile amcamın sözünü kesmedi,
sabırla lafını bitirmesini beklemişti. Amcam sözlerini bitirmişti. Hepimiz
ninemin ağzına bakıyorduk. İki damla gözyaşı aktı tombul yanaklarından. 3 yıl geçmesine rağmen kardeşinin ölümüne
hala alışamamış, gözlerinin o ışıltılı maviliği solmuştu. “Yavrularım” dedi.
Sesi zor çıkıyordu. “Burası atabarı. 100 yıllık bir ev. Aile mirası. Ne olur
yapmayın, yıktırmayın burayı. Hepinizin durumu zor, biliyorum. Ama buranın
yıkıldığını görürsem gözüm açık giderim.” Dediğinde hepimizin boğazına bir şey
oturdu. Ninemi ilk defa ağlarken görüyordum. Sesi tir tir titriyor, boncuk
gözlerinden yaşlar durmadan akıyordu. Ailenin son ulu çınarı da devrilmemek
için direniyordu ama artık bütün dallarını kesmiştik. Bir ufak rüzgar
yeterliydi yerle bir olması için. Onu, kendi
evinde misafir yapmıştık.
Nefretle doldu içim. Babamdan, annemden,
amcalarımdan, müteahhitlerden, kendimden nefret ettim. Bu kadar mı iradesiz, bu
kadar mı zora gelemeyen insanlardık. Tek çaremiz bu evi kat karşılığı vermek
miydi ? Bunları düşünürken gözlerim dolmuştu. Koşa koşa bahçeye çıktım. Erik
ağacının altına oturup hıçkıra hıçkıra ağladım. Başımı gökyüzüne kaldırdığımda dalda
bir tane erik gördüm. Dedem öldüğünden beri meyve vermeyen ağaçta kocaman bir
bardak eriği vardı. Gözyaşlarımı silip hemen ağaca çıktım. Eriği aldıktan sonra
tekrar gövdesine sırtımı verip oturdum. Hayatımda yediğim en güzel, en sulu
bardak eriğiydi. Bereketli dallarından yıllarca bize meyve veren bu ağaç bana
veda ediyordu. Ayağa kalkıp gövdesine kocaman sarıldım. “Teşekkür ederim.” Dedim.
“Umarım kesilirken canın çok acımaz. Hoşça kal.”
Hala tadı damağımdadır o eriğin. Sonra ne mi oldu ? Atabarı
yıkıldı, üstüne apartmanı yaptılar. Ben de şu an 3. katında bu satırları
yazıyorum; dedemden, ninemden, erik ağacından af dileyerek.
Kabil