20 Aralık 2016 Salı

Haybeye Mavralar II



Ne dilim dönüyor ne de düşüncelerim. Kelimelere düşmeyen bazı ipsiz sapsız düşünceler var aklımın odalarında. Gözlerimi bacaklarıma çeviriyorum, saplanıp kalmışım koca bir bataklığın ortasına. İnsanlar sadece bakıyor ve geçiyor. Bir el atan olsa belki çıkacağım buradan. Belki de el atanı yanıma çekip “gel birlikte batalım. Birlikte nefessiz kalıp can çekişerek, kuvvetli hırıltılar çıkararak ölelim burada. Sınırlara hapsolmuş rutin bir hayat yaşamak yerine gel birlikte sahici bir şekilde, istediğimiz gibi ölelim.” derim. Cevabı çok da önemli değil. Çünkü yanıma gelirse cevabının hiçbir önemi olmayacak; önemsiz olan diğer her şey gibi.

Hiç geçmeyen acı bir tat var ağzımda. Tükür tükür geçmiyor. İçmediğim zıkkım kalmadı. O tat hala orda. Kan tükürten gecelerde, simsiyah gökyüzüne fırlatılan bir küfrün ağızda kalan tortusu gibi. Cüretkar itirafların kesif tadı gibi. Saklanan utanç dolu sırların çatlaklarından akan zehir gibi. Bu çaresizliğin tadı galiba.

İnsanın çaresizliği söylediği yalanlarda gizlidir; Kendine söylediği yalanlarda. Bitmek bilmeyen, güzel vaatlere boğulmuş boş hayaller anlatıyor çaresizliğimizi. Çok çaresiziz üzerimizde bunca insanın kanı varken. Hayalleri çalınmış, hatta hayal kurma yetileri elinden alınmış çocukların öfkesi bu. 

Bizim öfkemiz bu. 1. sınıfta sayfalar dolusu “A” yazanların, yaratıcılığını, geleceğini okul sıralarında bırakanların, kimse görmesin diye karanlık köşelerde sigara içen çocukların öfkesi. Bizim öfkemiz. Bitişi belli olmayan, asla kazanamayacakları bir yarış için kendilerinden vazgeçen çocukların öfkesi değiştirecek bu sarpa sarmış dünyayı; vaziyet alın.



                                                                                                                      Kabil

6 Aralık 2016 Salı

Haybeye Mavralar



Değişik bir vaziyet içindeyiz. Ayık kalmaya çalıştıkça daha sarhoş, yukarı çıkmayı denedikçe sürekli yere çakılan bir vaziyet. Başta küçük ve kesik şekilde yaşadığımız akıl tutulmalarının şimdilerde ardı arkası kesilmiyor. Kulağımızda ufak bir tını ve rengarenk gözlerden dökülen hayat kırıntıları. Ölülerden bahsediyoruz sürekli; toprağın altındakilerden. Bunları söylerken biz toprağın hangi tarafındayız bilmiyorum. Ne kadar hayattayız ki bazılarına ölü diyebiliyoruz ? Acılarımızdan zevk aldığımız kadar hayattayız belki de; hüzünlerimize aşık olduğumuz kadar. Baharı gelmeyen bir bedenin hasadı, mutsuzluktan başka ne olabilir ki ?

İnkarın anlamı yok. Hepimiz, istisnasız, felaketlerin bağımlısıyız. Hemen itiraz etmeyin. Sonuçta bir şeye bağımlı olmak için onu sevmek gerekmez. Hatta bunun farkında bile olmayabiliriz. Suyun bol olduğu yerlerde, yerleşimler dağınık kurulur. Biz de böyleyiz işte. Mutluluğun ve huzurun bol olduğu bir yer insanlığımızı çalmaktan ve bizi birbirimizden koparmaktan başka neye yarar ? Ama felaketler öyle mi ? Başa geldiğinde, insanları tek yumruk haline getiren, her patlak verdiğinde insanlığımızı ve birbirimize ihtiyacımız olduğunu hatırlatan canım felaketler. Boş verin siz: felaketleri, dediklerimi, tüm olanları. Nasıl olsa bu okuduklarınızın etkisi 5, bilemedin 10 dakika, belki o kadar bile sürmeyecek. Sonra yine kendi avuntularınızda, mutluluk dediğiniz tesadüflerde boğulacaksınız. Ne önemi var ki söylediklerimin bu kan denizinde ? 

                                                
                                                                                                                                  Kabil





1 Aralık 2016 Perşembe

Atabarı



Yıllar önceydi. Müteahhitlerin umut tacirliğine yeni başladığı zamanlar. Dedemin vefatinin üstünden 3 yıl geçmişti. Ulu çınar, ardında hüzünlü bir abla, 3 çocuk, 4 torun, ufak tefek borç ve bir ev bırakmıştı. 2 kat, 5 oda, 2 salon bir ön bir de arka bahçe. Arka bahçesinde odunluk, kümes, bir erik ağacı ve ekimlik ufak bir toprak parçası olan 100 yıllık bir ev. O günden sonra ağaç bir daha hiç erik vermedi. Toprağa ne ektiysek geri kustu. O güzelim bahçede cıvıldayan kuşları bir daha hiç görmedik. Belki de o lanetli günün geleceğini biliyor, bizi uyarıyorlardı.

Kasvetli bir öğle saatiydi. Babam hışımla eve girdi. Çok sinirliydi. Öfkeli ama bir o kadar da çaresiz bakıyordu anneme. “Ne oldu ? Razı gelmedi mi ?” dedi annem. “Yok, ne beni dinledi ne de abimle kardeşimi. Nuh diyor peygamber demiyor. Ne yapacağız bilmiyorum.” Dedi babam sigarasından derin nefesler çekerken.

 Kan emici müteahhitin teki babamları bulmuş, kat karşılığı anlaşma yapmak istiyordu. O ara da gerçekten zor durumdayız. Babamlar 1 aydır grevde. Ortalık fena karışık, fabrikada ardı adına toplu çıkarmalar oluyor. Amcalarımda da durumlar patlak teker vaziyetindeydi. Biri çocuk okutmaya çalışıyor diğerinin de yeni çocuğu olmuştu. 

Aradan birkaç gün geçmiş, ne babam ne de amcamlar ninemi razı edememişti. Babamlar kaleyi kuşatmış durumdaydı ama bir türlü ele geçiremiyorlardı. Kalenin son muhafızı, bütün gücüyle kuşatmaya direniyor, kaleyi teslim etmiyordu. Babamlar işin böyle olmayacağını anlayınca hep beraber ninemde bir yemek düzenlediler. Annem ve yengelerim envaiçeşit yemekler hazırlarken babamlar bahçedeki sekide yemekte yapacakları konuşmanın son rötuşlarını hallediyorlardı.
Yemek masasına oturduğumuzda ninem hariç herkes çok gergindi. Sessizce içilen çorbaların ardından annemler ana yemeği tabaklara servis etmiş ve herkes büyük amcamın söz başlamasını bekliyordu. Amcam boğazını temizledikten sonra söze girdi. Onların çocuk okuttuklarını, babamın grev durumlarını, diğer amcamın yeni doğan çocuğunun masraflarını sakin bir şekilde, ayrıntıları ile nineme aktardı. Ninem bir kere bile amcamın sözünü kesmedi, sabırla lafını bitirmesini beklemişti. Amcam sözlerini bitirmişti. Hepimiz ninemin ağzına bakıyorduk. İki damla gözyaşı aktı tombul yanaklarından.  3 yıl geçmesine rağmen kardeşinin ölümüne hala alışamamış, gözlerinin o ışıltılı maviliği solmuştu. “Yavrularım” dedi. Sesi zor çıkıyordu. “Burası atabarı. 100 yıllık bir ev. Aile mirası. Ne olur yapmayın, yıktırmayın burayı. Hepinizin durumu zor, biliyorum. Ama buranın yıkıldığını görürsem gözüm açık giderim.” Dediğinde hepimizin boğazına bir şey oturdu. Ninemi ilk defa ağlarken görüyordum. Sesi tir tir titriyor, boncuk gözlerinden yaşlar durmadan akıyordu. Ailenin son ulu çınarı da devrilmemek için direniyordu ama artık bütün dallarını kesmiştik. Bir ufak rüzgar yeterliydi yerle bir olması için.  Onu, kendi evinde misafir yapmıştık.

  Nefretle doldu içim. Babamdan, annemden, amcalarımdan, müteahhitlerden, kendimden nefret ettim. Bu kadar mı iradesiz, bu kadar mı zora gelemeyen insanlardık. Tek çaremiz bu evi kat karşılığı vermek miydi ? Bunları düşünürken gözlerim dolmuştu. Koşa koşa bahçeye çıktım. Erik ağacının altına oturup hıçkıra hıçkıra ağladım. Başımı gökyüzüne kaldırdığımda dalda bir tane erik gördüm. Dedem öldüğünden beri meyve vermeyen ağaçta kocaman bir bardak eriği vardı. Gözyaşlarımı silip hemen ağaca çıktım. Eriği aldıktan sonra tekrar gövdesine sırtımı verip oturdum. Hayatımda yediğim en güzel, en sulu bardak eriğiydi. Bereketli dallarından yıllarca bize meyve veren bu ağaç bana veda ediyordu. Ayağa kalkıp gövdesine kocaman sarıldım. “Teşekkür ederim.” Dedim. “Umarım kesilirken canın çok acımaz. Hoşça kal.” 

Hala tadı damağımdadır o eriğin. Sonra ne mi oldu ? Atabarı yıkıldı, üstüne apartmanı yaptılar. Ben de şu an 3. katında bu satırları yazıyorum; dedemden, ninemden, erik ağacından af dileyerek.


                                                                                                                                                             Kabil