Bozkırda geçen zorlu 8 aylık eğitim süremin o senelik sonuna
gelmiş ve yaz tatili için memleketime dönmüştüm. Bozkırın kahverengi ve
sarılığı içime çökmüş, aksanım yavaş yavaş Ankara şivesine kaymaya başlamıştı.
Otobüsten ilk indiğimde havadaki nemin ciğerlerime yapıştığını hissettim.
Dolmuşa binmeden önce doya doya memleketimi soludum; 3 gün sonra sıkılıp
havasına, taşına, toprağına küfür edeceğimi bile bile. Dolmuştan indim. Yavaş
adımlarla etrafı süzerek eve gidiyordum. Mahallede bi değişiklik yoktu.
Olmasını da beklemiyordum zaten, muhtemelen 30 sene sonra da aynı olacak,
hiçbir şey değişmeyecekti. Merkeze uzak ilçeler böyledir; değişime kapalı,
nemrut, sevimsiz… Orada yaşayanların aklı çıkar bir taşın yeri değişecek, şehre
yeni bir şey gelecek, farklı şeyler olacak diye. Büyük şehirlerde yaşayan bazı
beyinsizler de bayılır böyle küçük ilçelere: “Yaa ne güzel. Demek şirin bir
kasabada oturuyorsun ? Hep tanıdık simalar, güler yüzlü esnaf, eş dost akraba
aile hepsi bir yerde. Vallahi çok şanslısınız çok imreniyorum sizin gibilere.
Ben de keşke öyle bir yerde yaşayabilseydim.” gibi sinir bozucu cümleler. İddia
ediyorum o beyinsizleri buraya getirsem, 1 hafta yaşasalar ayakları götlerine
vura vura kaçar, geldikleri yerin trafik sorununa, hava kirliliğine, yaşam
pahalılığına şükredip kaldırım taşlarını öperler.
Eve girdiğimde evdeki manzara da aynıydı. 8 ay önce nasıl
bıraktıysam hala öyle; babam sarhoş bi şekilde televizyona bakarken koltuğun
üstünde sızmış, annem de yan kanepede meyve yiyor. Geldiğimi görünce “hoş geldin
Kabil” dedi annem ama bakışları “ne bok yemeye geldin?” der gibiydi. “hoş
bulduk” dedim. Yalandan sarıldık birbirimize. Odama geçtim. Sırtüstü yatağıma
uzanıp bakışlarımı tavana diktim. Harbiden de ne bok yemeye gelmiştim ki
memlekete ? Tamam dayım fabrikada iş ayarlamıştı. Yaz tatili boyunca çalışıp
ufaktan birikim yapacaktım ama değer miydi kendimi 3 ay boyunca Allah’ın her
günü bok çuvalı gibi hissetmeye ? Bunları düşünürken uyuyakalmışım.
Sabah annem uyandırdı. Kahvaltı hazırlamış. Yüzümü yıkayıp mutfağa
geçtim. Her seferinde olduğu gibi yine gözüm duvardaki fotoğrafa takıldı,
kardeşimle olan ilk ve sonra fotoğrafım. Anne karnındaki halimizin ultrason
görüntüsü. Annem hamile kaldığında ikizim varmış benim. Annemin hamileliğinin
8. ayında ikizimin boynuna göbek kordonu dolanmış ve boğularak ölmüş. Doktorlar
apar topar annemi ameliyata alıp onu da beni de kurtarmışlar. Kuvözde geçen 2
haftalık yaşam mücadelesinin ardından bok varmış gibi hayata tutunmuşum. Babam
olacak sayko da kardeşimi benim öldürdüğümü, benim bir katil olduğumu düşünüp adımı
Kabil koymuş. Üstüne bu yaptığı yetmezmiş gibi kardeşimle olan ultrason
görüntüsünü çerçeveletip mutfağın duvarına asarak anneme “bunu buradan
indirirsen elini kolunu kırarım. O küçük şeytan bu fotoğrafı görerek büyüyecek.
Her yemek yiyişinde bu fotoğrafa bakıp katil olduğunu hatırlayacak” demiş. Sanki
adımın her söylendiğinde bu aklıma gelmiyormuş gibi.
Kahvaltımı bitirdikten sonra kendimi dışarı attım. Fabrika
için sağlık raporu gerekliydi. Hastaneye gitmek için dolmuş durağına yürürken
arkadan Selçuk’un sesini duydum: “Lan katill! Ne ara geldin ? Nereye gidiyorsun
lan böyle hızlı hızlı ?” Selçuk şerefsizi mahalleden çocukluk arkadaşımdı,
birlikte büyüdük. Bir gün ilk okuldayken bu şerefsiz benim ikizimle olan hikayemi
öğrenmiş öğrendiği gibi de herkese anlatmış. O gün bugündür lakabım katil.
Gerçi ha Kabil demişsin ha katil. “Hastaneye gidiyorum ne oldu ?” , “Akşam
çocuklarla parkta piizdeyiz, müsait olursan denk gelelim.” “Tamamdır uğrarım.”
Hastanedeki işimi bitirdiğimde hava kararmaya yüz tutmuştu.
Bütün günümü ilaç kokusu ve insan inlemeleri içinde oradan oraya sıra
bekleyerek geçirmiştim. Altı üstü 1 akciğer filmi, 2 bok testi, 2 tüp kan, 1
tane de iğne vurulmak için sabahtan akşama kadar o bürokrasisi yıkılacısa
kurumun içinde hapis kalmıştım.
Havanın kararmasıyla beraber hislerim de kararmaya
başlamıştı. Kendimi bildim bileli akşam çökünce böyle hissediyorum. İçimde bir
yerlerde, çok derinlerde yatan bir şeyi dürtüyor sanki havanın karanlığı.
Eve girdiğimde sofra hazırdı. Üstümü değiştirip masaya oturdum.
Annem yemekleri koyarken babam yandan uzun uzun bana bakıyordu. Sonunda
dayanamayıp çevirdim kafamı “ ne cins cins bakıyon hayırdır baba ?” dedim.
Güler gibi oldu ama gülmedi. “Ulan kardeşini yedin hala doymadın mı ?” dedi
sakin bir tavırla. “Anne bana koyma, size afiyet olsun” dedim. Tam kalkacakken
babam sımsıkı tuttu kolumdan : “Nereye gidiyon lan hayvan herif ? Sen kimsin de
bana sinir yapıp masadan kalkıyon ?” Elimi hışımla çektim. Gelen cinnetin
karıncalanmalarını ayaklarımda hissediyordum. “İndir lan elini kolunu! Başlarım
yemeğine de sana da kardeşime de!” dediğim anda soldan çok fena bi tokat
çıkardı yüzüme. Sol gözümde resmen flaş patladı. Flaşın etkisi geçtiğinde artık
ben, ben değildim. Çekmecenin önünde durup bıkkın gözlerle bizi izleyen annemi
itip çekmecen ekmek bıçağını aldım. “Senin bağırsaklarını deşerim ulan” deyip
babamın üstüne yürüyecekken annem girdi araya. Bir yandan beni tutuyor bir
yandan ağlayarak konuşuyordu “Canıma yettiniz be canıma! Bıktım kavganızdan da
küfrünüzden de! Bu kadar birbirinizi öldürmek istiyorsanız vurun da bitsin
artık bu işkence. Hanginiz geberecekse gebersin!” dedikten sonra çekildi
önümden. Ağlayarak yatak odasının yolunu tuttu. Aslında babamla bu tip
kavgalarımız rutine dönmüş vaziyetteydi. Ama ilk defa annemden böyle bir tepki
almıştık.
Mutfakta babamla mal mal birbirimize bakıyorduk. Bıçağı yere
atıp “Ben dönene kadar annemin gönlünü al yoksa seni uykunda boğarım.” Deyip kapıya
yöneldim. Ayakkabılarımı bağlarken babam arkamdan “Boğarsın tabi. Katil
pezevenk. Kardeşine yaptığın gibi beni de boğarsın” dedi. Kapıyı sertçe çekip “Izdırabını
sikeyim ulan senin baba gibi!” diye haykırarak bütün apartmanı ayağa
kaldırdıktan sonra dışarı attım kendimi.
Parka gittiğimde Selçuklar çoktan piizin kuru faslına
geçmişlerdi. Dumanlı gözlerle bana bakan Selçuk bakışlarımdan hiç şaka
kaldıracak durumda olmadığımı fark edince hiçbir şey demedi. Yanına oturdum
herkes başıyla beni selamladı. Selçuk hiç konuşmadan meşaleyi uzattı. 3 kere
hafif çekip külünü iyice kızdırdıktan sonra çok kuvvetli bi şekilde son dumanı
çektim içime. Meşaleyi sağımdakine uzatıp döndürdüm. Üst üste çekilen kuvvetli
nefeslerden sonra ufak bir baygınlık geçirmişim. Gözlerimi bi açtım her
yerimden kanlar süzülüyor. Acı yok sadece kan var. Kafamı sağıma çevirdiğimde
Selçuk şerefsizini görüyorum. “Yürü lan” diyor, “Hastaneye gidiyoruz”...
(Devamı yakında)
(Devamı yakında)
Kabil