31 Ekim 2016 Pazartesi

Başlangıç Noktası



Bozkırda geçen zorlu 8 aylık eğitim süremin o senelik sonuna gelmiş ve yaz tatili için memleketime dönmüştüm. Bozkırın kahverengi ve sarılığı içime çökmüş, aksanım yavaş yavaş Ankara şivesine kaymaya başlamıştı. Otobüsten ilk indiğimde havadaki nemin ciğerlerime yapıştığını hissettim. Dolmuşa binmeden önce doya doya memleketimi soludum; 3 gün sonra sıkılıp havasına, taşına, toprağına küfür edeceğimi bile bile. Dolmuştan indim. Yavaş adımlarla etrafı süzerek eve gidiyordum. Mahallede bi değişiklik yoktu. Olmasını da beklemiyordum zaten, muhtemelen 30 sene sonra da aynı olacak, hiçbir şey değişmeyecekti. Merkeze uzak ilçeler böyledir; değişime kapalı, nemrut, sevimsiz… Orada yaşayanların aklı çıkar bir taşın yeri değişecek, şehre yeni bir şey gelecek, farklı şeyler olacak diye. Büyük şehirlerde yaşayan bazı beyinsizler de bayılır böyle küçük ilçelere: “Yaa ne güzel. Demek şirin bir kasabada oturuyorsun ? Hep tanıdık simalar, güler yüzlü esnaf, eş dost akraba aile hepsi bir yerde. Vallahi çok şanslısınız çok imreniyorum sizin gibilere. Ben de keşke öyle bir yerde yaşayabilseydim.” gibi sinir bozucu cümleler. İddia ediyorum o beyinsizleri buraya getirsem, 1 hafta yaşasalar ayakları götlerine vura vura kaçar, geldikleri yerin trafik sorununa, hava kirliliğine, yaşam pahalılığına şükredip kaldırım taşlarını öperler.


Eve girdiğimde evdeki manzara da aynıydı. 8 ay önce nasıl bıraktıysam hala öyle; babam sarhoş bi şekilde televizyona bakarken koltuğun üstünde sızmış, annem de yan kanepede meyve yiyor. Geldiğimi görünce “hoş geldin Kabil” dedi annem ama bakışları “ne bok yemeye geldin?” der gibiydi. “hoş bulduk” dedim. Yalandan sarıldık birbirimize. Odama geçtim. Sırtüstü yatağıma uzanıp bakışlarımı tavana diktim. Harbiden de ne bok yemeye gelmiştim ki memlekete ? Tamam dayım fabrikada iş ayarlamıştı. Yaz tatili boyunca çalışıp ufaktan birikim yapacaktım ama değer miydi kendimi 3 ay boyunca Allah’ın her günü bok çuvalı gibi hissetmeye ? Bunları düşünürken uyuyakalmışım. 


Sabah annem uyandırdı. Kahvaltı hazırlamış. Yüzümü yıkayıp mutfağa geçtim. Her seferinde olduğu gibi yine gözüm duvardaki fotoğrafa takıldı, kardeşimle olan ilk ve sonra fotoğrafım. Anne karnındaki halimizin ultrason görüntüsü. Annem hamile kaldığında ikizim varmış benim. Annemin hamileliğinin 8. ayında ikizimin boynuna göbek kordonu dolanmış ve boğularak ölmüş. Doktorlar apar topar annemi ameliyata alıp onu da beni de kurtarmışlar. Kuvözde geçen 2 haftalık yaşam mücadelesinin ardından bok varmış gibi hayata tutunmuşum. Babam olacak sayko da kardeşimi benim öldürdüğümü, benim bir katil olduğumu düşünüp adımı Kabil koymuş. Üstüne bu yaptığı yetmezmiş gibi kardeşimle olan ultrason görüntüsünü çerçeveletip mutfağın duvarına asarak anneme “bunu buradan indirirsen elini kolunu kırarım. O küçük şeytan bu fotoğrafı görerek büyüyecek. Her yemek yiyişinde bu fotoğrafa bakıp katil olduğunu hatırlayacak” demiş. Sanki adımın her söylendiğinde bu aklıma gelmiyormuş gibi.


Kahvaltımı bitirdikten sonra kendimi dışarı attım. Fabrika için sağlık raporu gerekliydi. Hastaneye gitmek için dolmuş durağına yürürken arkadan Selçuk’un sesini duydum: “Lan katill! Ne ara geldin ? Nereye gidiyorsun lan böyle hızlı hızlı ?” Selçuk şerefsizi mahalleden çocukluk arkadaşımdı, birlikte büyüdük. Bir gün ilk okuldayken bu şerefsiz benim ikizimle olan hikayemi öğrenmiş öğrendiği gibi de herkese anlatmış. O gün bugündür lakabım katil. Gerçi ha Kabil demişsin ha katil. “Hastaneye gidiyorum ne oldu ?” , “Akşam çocuklarla parkta piizdeyiz, müsait olursan denk gelelim.” “Tamamdır uğrarım.” 


Hastanedeki işimi bitirdiğimde hava kararmaya yüz tutmuştu. Bütün günümü ilaç kokusu ve insan inlemeleri içinde oradan oraya sıra bekleyerek geçirmiştim. Altı üstü 1 akciğer filmi, 2 bok testi, 2 tüp kan, 1 tane de iğne vurulmak için sabahtan akşama kadar o bürokrasisi yıkılacısa kurumun içinde hapis kalmıştım. 


Havanın kararmasıyla beraber hislerim de kararmaya başlamıştı. Kendimi bildim bileli akşam çökünce böyle hissediyorum. İçimde bir yerlerde, çok derinlerde yatan bir şeyi dürtüyor sanki havanın karanlığı. 


Eve girdiğimde sofra hazırdı. Üstümü değiştirip masaya oturdum. Annem yemekleri koyarken babam yandan uzun uzun bana bakıyordu. Sonunda dayanamayıp çevirdim kafamı “ ne cins cins bakıyon hayırdır baba ?” dedim. Güler gibi oldu ama gülmedi. “Ulan kardeşini yedin hala doymadın mı ?” dedi sakin bir tavırla. “Anne bana koyma, size afiyet olsun” dedim. Tam kalkacakken babam sımsıkı tuttu kolumdan : “Nereye gidiyon lan hayvan herif ? Sen kimsin de bana sinir yapıp masadan kalkıyon ?” Elimi hışımla çektim. Gelen cinnetin karıncalanmalarını ayaklarımda hissediyordum. “İndir lan elini kolunu! Başlarım yemeğine de sana da kardeşime de!” dediğim anda soldan çok fena bi tokat çıkardı yüzüme. Sol gözümde resmen flaş patladı. Flaşın etkisi geçtiğinde artık ben, ben değildim. Çekmecenin önünde durup bıkkın gözlerle bizi izleyen annemi itip çekmecen ekmek bıçağını aldım. “Senin bağırsaklarını deşerim ulan” deyip babamın üstüne yürüyecekken annem girdi araya. Bir yandan beni tutuyor bir yandan ağlayarak konuşuyordu “Canıma yettiniz be canıma! Bıktım kavganızdan da küfrünüzden de! Bu kadar birbirinizi öldürmek istiyorsanız vurun da bitsin artık bu işkence. Hanginiz geberecekse gebersin!” dedikten sonra çekildi önümden. Ağlayarak yatak odasının yolunu tuttu. Aslında babamla bu tip kavgalarımız rutine dönmüş vaziyetteydi. Ama ilk defa annemden böyle bir tepki almıştık. 


Mutfakta babamla mal mal birbirimize bakıyorduk. Bıçağı yere atıp “Ben dönene kadar annemin gönlünü al yoksa seni uykunda boğarım.” Deyip kapıya yöneldim. Ayakkabılarımı bağlarken babam arkamdan “Boğarsın tabi. Katil pezevenk. Kardeşine yaptığın gibi beni de boğarsın” dedi. Kapıyı sertçe çekip “Izdırabını sikeyim ulan senin baba gibi!” diye haykırarak bütün apartmanı ayağa kaldırdıktan sonra dışarı attım kendimi. 


Parka gittiğimde Selçuklar çoktan piizin kuru faslına geçmişlerdi. Dumanlı gözlerle bana bakan Selçuk bakışlarımdan hiç şaka kaldıracak durumda olmadığımı fark edince hiçbir şey demedi. Yanına oturdum herkes başıyla beni selamladı. Selçuk hiç konuşmadan meşaleyi uzattı. 3 kere hafif çekip külünü iyice kızdırdıktan sonra çok kuvvetli bi şekilde son dumanı çektim içime. Meşaleyi sağımdakine uzatıp döndürdüm. Üst üste çekilen kuvvetli nefeslerden sonra ufak bir baygınlık geçirmişim. Gözlerimi bi açtım her yerimden kanlar süzülüyor. Acı yok sadece kan var. Kafamı sağıma çevirdiğimde Selçuk şerefsizini görüyorum. “Yürü lan” diyor, “Hastaneye gidiyoruz”...
                                                                                                                                  (Devamı yakında)


                                                                                                                                       Kabil

14 Ekim 2016 Cuma

Duvar



Duyulan her umudun içinde gizli hayal kırıklıkları var, derinlere saklanan. Geleceğe dair yapılan her plan, bir öncekinin enkaz parçalarından dikilen bir gece kondu gibi. Bazı şeyler bu kadar beyhude iken hangi teselli gerçeği unutturur insana ? Yalan ve teselli arasındaki ip kadar ince olan farkı anlat bana. Sonra el ele o ipte yürüyelim. Ta ki ben düşene kadar; belirsizliğin tarafına.

 Her şeyin bir nedeni, bir anlamı, gerçeğin dikenleri, yalanların samimiyeti var. Tüm bunların bıçak gibi keskin sonuçları, yaptıkları ve yıktıkları var. Ama öyle bir şey var ki; hiçbir şeyi olmayan. Sadece anlamsız bir boşluk. Havada kalan dualar, can çekişen yakarışlar… Bunların hepsi belirsizliğe çarparak yere düşer. Çünkü belirsizlik denen olgu, bir duvar gibidir. Seni daima tutsak edip kendisine benzeten hissiz ve soğuk bir duvar.



                                                                                                                                     Kabil



6 Ekim 2016 Perşembe

Pejmürde Apartmanı



 Gecenin 3’ü, Okşan yine ortalığı ayağa kaldırıp apartmana giriş yaptı:

 -  O orospu çocuğu bir daha çıksın karşıma anam avradım olsun kesicem ümüğünü.

 Bahsettiği kişi yüksek ihtimalle ya geçen gece kapısına dayanan Tempralı psikopat ya da parasını vermeyen bir müşterisi olmalı.

Okşan en nadide küfürlerini savurarak 5. Kata çıkıp dairesine girdi. Bunca küfür ve patırtıdan kimse rahatsız değildi çünkü apartmanın diğer sakinleri de anormal insanlardı. Mesela hemen üst katımda hiçbir örgütle bağlantısı olmayan bağımsız bir bombacı oturuyor. Herif tamamiyle zevk için bomba üretiyor. Geçen konuştuk: “bu bir tutku, benim için yaşam tarzı.” Dedi. “eyvallah abi. Allah başka tutku vermesin” dedim.

Yan Dairemde de son model BMW’si olan bir dilenci var. “ulan dünya kadar paran var, altındaki arabanın fiyatı zaten güzel bir eve eşdeğer. Hala ne oturuyorsun bu leş apartmanda ?” diye çıkışmıştım bir seferinde. “Benim için önemli olan para ile aldığım şeyler değil, bizzat paranın kendisi. Ayrıca aldığım arabanın da bujisine hayran kaldım o yüzden o kadar para verdim.” Dedi. Söylediklerini makul buldum. Buji önemli sonuçta.

Gece Okşan’ın küfürleri ve patırtısıyla öylece geçti. Sabah uyandığımda pencereden dışarı baktım. Hava güneşliydi.  Zaten şu hayatta en çok nefret ettiğim şey güneşli günlerdir ve yine bok gibi bir gün beni bekliyordu. 8 numaralı dairede oturan torbacıya gidip kahvaltılık erzakımı aldım. Güzelce kovamı yaptıktan sonra yüzümü yıkayıp kendimi dışarı attım. İşe her sabah geç gittiğim için müdür beni görünce yine başladı azara: “ulan yine geç kaldın müptezel herif! Bi dünya paket birikti bin şu motora da yetiştir şunları hadi!” Müdür her ne kadar işe her gün geç gelsem de beni işten atamıyordu çünkü ara sokakları benim kadar iyi bilen ve benim kadar hızlı olan başka paket servisi elemanı yoktu.
Siparişleri motorun kutusuna yükledikten sonra bir bir hepsini adreslerine ulaştırdım. Dükkana dönerken kafam iyice yükseldi. Virajı alırken karşımda bir anda bizim dilencinin BMW’yi gördüm. Kafa kafaya girdik. Büyük bir patırtı ve sonrasında derin bir karanlık.

Gözlerimi açtığımda hastane odasındaydım. Duvarlar bembeyaz ve odada benden başka kimse yok. İşin garibi, odada üzerinde yattığım ranzadan başka hiçbir eşya da yok. “Bu ne lan böyle hasta odası mı olur ?” diye geçirdim içimden. İyice ürkmüştüm. Ayağa kalkmayı denedim ama olmadı. Çünkü 3 tane kemerle yatağa bağlanmışım. O an dank etti. Bu apartmandaki şerefsizler kesin beni öldürecek. Dilenci, ondan geçen hafta arşınladığım 100 lirayı anladı herhalde. Okşan zaten benden haz etmez, torbacıya borç var, bombacının da insan öldürmesi için bir nedene ihtiyacı yok zaten, adam bombacı sonuçta. Çok büyük kumpasa gelmiştim. O torbacıdan aldığım sabah nevalesi de bi garipti. Anlamalıydım. “Birazdan mutlaka içeri girip beni buracıkta öldürürler.” Diye düşündüm. Hemen ardından “Kimse yok mu ? Allah aşkına biri yok mu ? Adam öldürüyorlar!” diye bağırmaya başladım. İçeri telaşlı şekilde bayan bir hemşire girdi. Bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde ne göreyim ? OKŞAN! Vay kaşar demek işimi o bitirecekti ? “Sakin ol Kabil doktor birazdan gelecek” dedi. “Ne sakini lan orospu, çöz beni. Siz kimsiniz de beni öldüreceksin lan!” diye bağırmaya devam ettim. Ardından doktor içeri daldı. Aha bu da o piç torbacı işte. “Lan iyi düzenek kurmuşsunuz hemşire, doktor ayağına kimse anlamadan öldüreceksin beni burada” dedim. Okşan torbacıya bıkmış ve umutsuz gözlerle baktı. Doktor kılığına giren o haysiyetsiz torbacı bu bakışa başını iki yana sallayıp karşılık verdi. Ardından cebinden kocaman bir iğne çıkardı. “Bunun durumu iyice ağırlaştı. Sıkı tut şunu” dedi. Okşan elleriyle iki omzuma sıkıca bastırdı artık hareket edemiyordum. “Ulan şerefsiz sıkıysa çöz şu üstümdekileri kalkayım ayağa öyle öldürmeyi dene! Zehirli iğneyle adam mı öldürür lan tırsak herif!” diye bağırdım son bir gayret ile. Torbacı iğnenin ucunu koluma batırıp içindeki sıvıyı damarıma enjekte etti. Gözlerim yavaş yavaş kararırken Torbacının yaka kartına takıldı bakışlarım. “Pejmürde Akıl Hastanesi” yazıyordu. Sonrası derin bir uyku.


                                                                                                                              Kabil