İnsan neye bakarsa o olurmuş. Ben sana baktım, biz bir bütün
olduk. Aslında en başından beri böyleydi. Ay’ın farklı evreleriydik. Sen ilk,
ben son hali. Evren, bizi sonsuz bir döngüyle birbirimize bağlamıştı.
İkimiz de aynıydık; bir bütünün farklı parçaları. Sen ilk
hali ben son. Bizim yolumuzu aydınlatan güneş değil, yıldızlardı. Bizim
gökyüzümüz mavi değil, simsiyahtı. Upuzun gecenin gölgelerinde sevdik
birbirimizi.
Her akşam doğardı ışıklar Porsuk kenarında. Nemsiz bir
ağustos akşamında, altımızda ezilmiş çimenler, önümüzde kirli bir su. Hava
alabildiğine serin, alabildiğine İç Anadolu. Şeker fabrikasının kokusu gelirdi
de hep yüzünü buruştururdun. Hiç alışamadın o kokuya, her seferinde aynı
tiksinme ifadesi, aynı direniş. Ben, bir “kaya” gibi direnmeyi senden öğrendim
sevgilim.
İşte direnişimin en büyük muhalifi mesafeler sevgilim. Mesafeler
ki okyanus ötesine, sonu olmayan bir sömürüye ve gri yağmurlara uzanan.
Bazen bu ayrılık hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor, o uçak seni
hiç getirmeyecekmiş gibi… Sırtımdan buz gibi bir ter damlası iniyor aşağı
doğru, boynum kaskatı, gözlerim kısık bir halde buluyorum kendimi. “Hani
mesafeler sadece bir sayıydı ?” diye soruyorum.
“Mesafeler: gözyaşıdır, kederdir, mutsuzluktur.” Gibi beylik
ve klişe laflar etmeyeceğim. Mesafeler: Jilet yutmuş gibi hissettiriyor; içim paramparça
ama dışım hiçbir şey olmamış gibi. Öyle garip bir durum.
Hiçbir veda sonsuza kadar sürmez. Ölüm bile veda değildir;
İnsanın ebediyen geldiğine dönmesidir. Durum böyleyken seni içimdeki onlarca
jilet parçası ile bekliyorum. Hadi gel artık da hepsi küflensin.
Kabil
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder