Değişik bir vaziyet içindeyiz. Ayık kalmaya çalıştıkça daha
sarhoş, yukarı çıkmayı denedikçe sürekli yere çakılan bir vaziyet. Başta küçük
ve kesik şekilde yaşadığımız akıl tutulmalarının şimdilerde ardı arkası
kesilmiyor. Kulağımızda ufak bir tını ve rengarenk gözlerden dökülen hayat
kırıntıları. Ölülerden bahsediyoruz sürekli; toprağın altındakilerden. Bunları
söylerken biz toprağın hangi tarafındayız bilmiyorum. Ne kadar hayattayız ki
bazılarına ölü diyebiliyoruz ? Acılarımızdan zevk aldığımız kadar hayattayız
belki de; hüzünlerimize aşık olduğumuz kadar. Baharı gelmeyen bir bedenin
hasadı, mutsuzluktan başka ne olabilir ki ?
İnkarın anlamı yok. Hepimiz, istisnasız, felaketlerin
bağımlısıyız. Hemen itiraz etmeyin. Sonuçta bir şeye bağımlı olmak için onu
sevmek gerekmez. Hatta bunun farkında bile olmayabiliriz. Suyun bol olduğu
yerlerde, yerleşimler dağınık kurulur. Biz de böyleyiz işte. Mutluluğun ve
huzurun bol olduğu bir yer insanlığımızı çalmaktan ve bizi birbirimizden
koparmaktan başka neye yarar ? Ama felaketler öyle mi ? Başa geldiğinde,
insanları tek yumruk haline getiren, her patlak verdiğinde insanlığımızı ve
birbirimize ihtiyacımız olduğunu hatırlatan canım felaketler. Boş verin siz:
felaketleri, dediklerimi, tüm olanları. Nasıl olsa bu okuduklarınızın etkisi 5,
bilemedin 10 dakika, belki o kadar bile sürmeyecek. Sonra yine kendi
avuntularınızda, mutluluk dediğiniz tesadüflerde boğulacaksınız. Ne önemi var
ki söylediklerimin bu kan denizinde ?
Kabil
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder